içinde

Kitaplar ve Ekranlar..

Her şey değişiyor zamanla.

Ortaokulda ve hatta lisede, “Çıkartın kağıtları, yazılı yapacağım..” derdi hoca.

Çıkartırdık.

Soruları okuyarak yazdırırdı, sınav kağıtlarına.

Genellikle 4, bazen de 5 soru sorar, 10 üzerinden değerlendirme yapardı. Sayısına göre artık, her soru 2,5 puan. Soru sayısı 5 ise, doğal olarak 2 puan.

Soruları yazdırdıktan sonra “Sınav başlamıştır..” derdi. Ve daha ağzından çıkıp havada yok olacak bu cümlenin sonuna noktayı koymadan, dünyanın o en harika sorusu sorulurdu kaçınılmaz olarak, o yılların sınavlarında: 

“İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz, hocam?..”

Bazen “Evet!..” cevabı gelirdi bu soruya yanıt olarak, bazen de hayır.

Ve hangi cevap gelirse gelsin kafalar öne eğilir, belirgin bir telaşla başlardı kalemler sınav kağıtlarıyla cilveleşmeye.

Garip bir tıkırtı kaplardı ortalığı, çıt çıkmayan sınıfta. 

Tıkır, tıkır, tık, tık, tık, tıkır, tıkır, tık, tık..

Yok, hayır, mors alfabesi değil. Eski tip sıraların üstündeki A4 boyutlu saman kağıtları üzerinde telaşla dolanan kurşun kalemlerin kalın karbon uçlarının kağıtların altındaki tahtayla buluşmasının tıkırtısı.

Uzun uzun yazılırdı yanıtlar.

Sınav bitip kağıtlar toplandıktan sonra sorulmasa olmaz sorulardan biri dolanır dururdu sınıfta: “Nasıl geçti?..” 

“İyıydi ya. Yazdım. Arkalı önlü 2 kağıt doldurdum..”

“Arkalı önlü 2 kağıt mı?.. Ne yazdın olm? Destan mı?..”

“Ne biliyorsam yazdım abi..”

Zaman boldu o vakitler. Yaşa yaşa bitmeyen günler. Gelmek bilmeyen hafta sonları. Her nedense, ne hikmetse iple çekilen aylar, mevsimler..

Sonra değişmeye başladı bir şeyler. Yavaş yavaş, hiç çaktırmadan, usulca.

Testler girdi, mesela, hayatımıza.

Sıkıntılı bir arkadaştı Test. Dardı yüreği. Vakti yoktu. Zamanı kısıtlıydı. Beklemeye gelemezdi. “Uzatma birader..” diyordu. “İki saat bekleyemem seni. Tıkır da tıkır yazmayı bırak. At çarpıyı bir an önce. Veya karala kutucuğun içini. A mı, B mi, C mi, D mi?.. 40 soru soruyorum sana. 40 dakikan var. Oku, düşün, hesapla, yanıtla. Ha bu arada çarpı atıyorsan mesele yok ama kutucuğu karalaman isteniyorsa, sakın ola taşırma.

Zamanın bol olduğu yıllar geride kalıyordu yavaş yavaş.

Ama olsundu. On yıllar alacak bir değişim süreciydi bu. Ve her şeye rağmen zamandan bol bir şey yoktu hala.

Yatağına, sedirine, kanepene uzanıp gerdiğin bacaklarının kaslarındankopup gelen tatlı sızı şehevi bir keyifle yayılırken bedenine, elindeki kitapta dolanırdı gözlerin.

Bambaşka bir yerde, çok farklı bir zamanda aklını, kolay rastlanmayacak bir şekildesıradışı bir biçimde kullanan birinin sıralayıp dizmiş olduğu sözcükleri takip ederdi bakışların.

Tıkırtı yoktu bu kez ortada.

Sessizdi çoğu zaman ortam.

Ya da belki/kimi zaman vardı. Ama senin seçtiğin, olmasını istediğin uğultular, fisıltılar, çığlıklardı etrafında var olan.

Denizin kıyıcığında suyun sesi, çöpçü kuşların vahşi bağırışları veya ıssızlığın ortasında, ağaçların gövdesine dallarına, yapraklarına sürtünen bir esintinin okşayışları olurdu kulaklarında.

Uzun, zorlu, kendini kolay ele vermeyen, eni konu çaba isteyen bir uğraştı o zamanlar, okumak eylemi.

Bütün eylemler gibi keyifli, her başkaldırı gibi zevkli. 

Derken, nasıl olduğunu anlayamadığın bir biçimde geçiverdi zaman. Birbiri ardına devrilip gidiverdi on yıllar. Ve kamyon yükü para toslamanın karşılığında aldığın el kadar bir dikdörtgen ekran gelip giriverdi hayatına. Yapıştı kaldı eline, hiç bırakmamacasıya.

Işıklı, renkli, hızlı, çevik, kurnaz, değişken, işveli, cilveli.

Hiçbir şey yapmana gerek bırakmadan soyunup dökünüyor, çırıl çıplak kalıyor. Ve bütün marifetlerini sergiliyordu, şımarıkça sana.

Okurken eskiden, kafanda canlandırır, gözlerinin önüne getirmeye uğraşırdın senin için yazılmış, sana anlatılan her şeyi.

Oysa şimdi envayi çeşit şeytanlıklar, akla hayale sığmaz oyunbazlıklar, fettanlıklar çekilmiş, oynanmış, hazır bir biçimde sunuluyor sana, gözlerine, anlayışına.

Sol elin sabit, sağ elinin işaret parmağı ara sıra meseleye dahil olur bir halde, suratında gergin/durgun/hatta kimi zaman bıkkın bir ifadeyle izliyor; gerek gördüğün anlarda tek tek sözcüklerle, kısa cümlelerle müdahil oluyorsun önünden akıp giden bu veri ırmağına.

Uzun uzun konuşmayacak, anlatmayacak ve hatta izlemeyeceksin.

Çabuk olacak. Çabuk söyleyeceksin: A mı, B mi, C mi, D mi?

Her şey değişiyor, zamanla.

Her şey,

Değişiyor,

Zamanla..

Bir cevap yazın

GIPHY Uygulama Anahtarı Ayarlanmadı. Lütfen Kontrol Edin

  1. “Hayvanlaşıyoruz!..”

    Yakın çevreme ve çoğu zaman kendime ara ara sorduğum bir sorudur bu:
    “Bugün hayvandan farklı ne yaptın / ne yaptım?”

    Bazen cevap vermede çok zorlandığımı ve zaman zaman hicap duyduğumu da itiraf edeyim yeri gelmişken. Çünkü yemek yedim, içtim, uyudum, gezdim, dolaştım desem… Veya oyun oynadım, oynaştım desem… Ne dersem deyim akli bir faaliyette bulunmadığım, akli melekelerimi aktif olarak kullanmadığım sürece hayvanlardan farklı bir şey yapmış olmuyorum. Basit bir düşünmeden bahsetmiyorum elbet. Zira hayvanların çoğu bunu da yapabiliyor.

    Aklımızı kullanmıyoruz, düşünmüyoruz, düşünce üretmiyoruz. Hatta konuş(a)muyoruz bile… Çok konuşanların bile kelime dağarcığını toplasanız birkaç yüz kelime anca çıkar. Oysa düşünmenin temel malzemesi, hammaddesi kelimelerdir. Kelime bilgisi insanın zekâsını, zekâ insanın düşüncesini artırır. El arabasındaki birkaç tuğla ile apartman yapılır mı?

    Bizler, toplum olarak dilsizleştik… Dahası dinsizleştik… Aslından kopuk, din sandığımız uydurmaların peşinden gidip, güzelim dinimizi maskaraya çevirdik. Tüm bunların neticesinde hissizleştik; kimliğimizi kaybettik. Merhameti, vicdanı, samimiyeti…Hayattan ıtrah edip, hepsini lügate hapsettik. Robot insanlardan çok daha önce insan robotlar yetiştirdik. Bireysel ve/ya toplumsal planda, başımıza bir felaket geldiği zaman, kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden deyip de kendimizle yüzleş(e)medik. Yüzümüzü ak tutmak yerine, yüzümüzün karasını gizleyecek türlü türlü maskeler ürettik. En son “sosyal mesafe” sloganı ile ürettiğimiz maskeyle de sosyalliğin her türlüsüne “mesafe” getirdik. Burası bir başka seviyeymiş meğerse…

    Şimdilerde toplum mühendisliğinin son aşamasına gelinmiştir (bence). Çok değil, birkaç yıl sonra, beyinleri kitap kokusunu, elleri kalem tutuşunu unutmuş; boşa geçen zamanlarını boş zamanım yok diyerek harcamış tablet telefon bebelerimiz büyüyecek; insan hamuru kıvamına gelecek.

    Yapay zekâ dururken, durup düşünmek zul gelecek bu insanlara. Dünyanın en saçma, en gereksiz işi olacak, “düşünmek…” Sonra, aklı gelişmemiş, düşünme yetisini kaybeden, başkasının aklını kendi aklı gibi kullanan bu insanlara, artık kim ne şekil vermek istiyorsa o şekilde olacaklar. Hasılı kelam: zaman zor zaman, mekan kor mekan…

    Canım hocam, yazını görünce kıymetli bir maden bulmuş gibi sevinen bu fakir, yazına kayıtsız kalamadı. Bir iki kelam ile mukabele etmek istedi. Allah ömrünü müzdad kılsın.

    Sevgi ve saygılarımla…

    2
    • Bir zamandır oturur, çalışır, yürürken kendi kendimle yaptığım içsel sohbetlerimde aklıma üşüşüveren çok benzer saptamalar..

      Kemal Tahir okuyorum, mesela. Diline, üslubuna, kelime haznesinin zenginliğine, bu zenginliği kullanma becerisine bakıyor, hayran kalıyor ve dahi acziyet hissediyorum.

      Robot insanlar / insan robotlar çelişkisi ürkütücü, üzüntü verici ve fakat bir o kadar da gerçek bir değerlendirme.

      Cep telefonlarının -bilgisayar aslında- devreye girmesinin kolaycılığıyla 10-15 yıl gibi kısacık bir sürede bizim için önemli olan kişilerin, yakınlarımızın sevdiklerimizin telefonlarını hafızamızda tutma mecburiyetinden sıyrılıvermemiz gibi, Yapay Zekanın devreye girmesiyle de öz/özgür düşünce, akıl yürütme, fikir üretme yeteneklerimizi bir kenara bırakıvermekten korkarım.

      “Başkasın aklını kendi aklı gibi kullanma” meselesine hiç girmesek mi daha iyi olur, çıkmamacasıya girsek mi yoksa, bilemedim.

      Hasılı kelam, özlediğim bir dosttan gelen beklediğim güzellikteki bir yorum içimi nasıl ısıttı, bilemezsiniz..

      Selamlar, saygılar, hürmetler..
      🙂👍🤍🌄

      2